ŞEHİR PATOLOJİSİ



  
Gece saat on buçuk civarları ayrıldım arkadaşlarımdan. Ayrı yönlere gidecek otobüslere binecektik. Hava serin ve berraktı. İkinci bir durağa kadar yürümeyi çevredeki özensiz ve ezbere yapılan yüksek binalardan ve gereksiz gürültüden dolayı erteleyip bindim otobüse. Tertemizdi, koltuklar Amerikan bezi denilen kumaşla kaplıydı. Yolcuların koltuklarda tutunacakları ve yaslanacakları her yer nikelaj kaplamaydı. Camlarda zerre leke yoktu. Sekiz on kişi anca vardı otobüste. Vivaldi içerde konser veriyordu. Tamam, kendisi yoktu ama müziği vardı. Jean-Françoise Millet ve Meunier’in tabloları nerede olduğunuzu bir daha sorgulamanızı sağlayacak kadar güzel sergilenmişlerdi içerde. Ne yazık ki böyle değildi. Otobüsün içinde kusmuk kokusu geliyordu ekşi ekşi. Koltuklar kıçımı acıtacak kadar sert plastiktendi ve tıklım tıklımdı içeri. Ayaktakilerin düşmemek için tutacakları yerler de maalesef tutulmayacak kadar kirliydi. Ne Vivaldi uğramıştı oraya ne de Millet ve Meuiner diye tanıdıkları vardı otobüstekilerin ve şoförün.
    Daha on beş dakika olmuştu Topkapı’dan ayrılalı ki otobüsümüz aniden sert bir frenle durdu. Her kes öne doğru birbirinin üzerine binince, uğultu başladı tabi. Ne oldu niye oldu diye dışarı baktığımızda, buna bir taksinin sebep olduğunu gördük. Şoförümüz selektör eşliğinde hafif bir gülümsemeyle taksiciye selam verip geçti. Böyle olsaydı fena olmazdı ama olmadı, bizimki(şoför) gaza yüklenip taksiyi geçerek aynı freni bize bir daha tattırdı. El frenini sertçe çekmesi bizi yerlerimize oturttu. Koşarak durdurduğu taksinin kapısına yanaşıp bir kuşu sever gibi yavaşça camına dokundu parmağıyla. Taksici camını büyük bir özgüvenle ardına kadar indirdikten sonra bizimkine: “kusura bakmayın, özür dilerim” deyince bizimki mahcup bir şekilde: “asıl siz kusura bakmayın, kabahat benimdi, iyi akşamlar” deyip ayrıldılar, biz de yolumuza devam ettik. Hayır, böyle olmadı tabi ki. Ne özür dilediler ne de özür dilemesini beklediler. Şoförden önce muavin can havliyle kendini dışarı atıp taksicinin arabasını tekmeleyerek hırsını aldıktan sonra zorla açtığı kapıdan taksiciyi dışarı çekmeye çalıştı. Boğmak üzereydi ki nihayet bizimki taksicinin imdadına yetişti de kurtardı adamcağızı. Böyle de olmadı; bizimki öyle bir hırsla gitti ki: “bırak onu ben boğazlayacağım, o benim hakkım” diyerek muavini bir hareketle fırlattı kenara. Otobüstekiler taksicinin son nefesini vermek üzere olduğunu görünce koşup gidip kurtardılar adamı. Ne yazık ki böyle de olmadı. Yolcular da küfür ede ede taksicinin üzerine çullanınca koşarak adamcağızı kurtarmak için epey bir ter döktüm. Evet böyle olmadı, koltuğumda olanlara bakıp bakıp gülmenin ve şenliğe bak, akşam akşam ne eğlendim diye içimden geçirmem bana pahallıya patlamıştı. O otobüsten inmiş içinde Vivaldi çalan otobüsü beklemeye başlamıştım, tesellim düşünce de eve sabaha karşı dörtte varabilmiştim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KARDEŞİMİN HİKAYESİ

İKİ AYRI KİTAP

SOLMASIN GÜLÜŞÜN