MUSTAFA ORMAN İLE SÖYLEŞİ
Mustafa Orman: Yapay bir unutma hastalığına yakalanmışız
Sevgili Mustafa Orman’ın Ovada Paldır Küldür öykü kitabı Derdin
İncinmesin kitabından biraz farklı, az benzer, çokça
kendini ayıran özellikleriyle Novella’ya göz kırpan uzun üç öyküden
oluşan bir eser. Kitabı bitirdiğinizde damağınızda acımsı bir tat, boğazınızda ayva
büyüklüğünde bir yumru, gözlerinizin kıyısında unuttuğunuz insanlığınızı hatırlatan kurumuş gözyaşının
derin izi kalıyor desek abartmış olmayız. Yazar, üç öyküyü aynı coğrafyanın
en unutulmuş köşesine denk getirmeyi ustalıkla başarıyor.
Mustafa Orman’la Ovada Paldır Küldür
kitabı üzerine ve hayata dair yazışarak sohbet ettik.
Sevgili
Mustafa kitabı okuduktan sonra aklıma takılanları, hissettiklerimi ve
“eleştirilerimi” seninle paylaşmak istedim. Bu konuda bana zaman
ayırdığın, sabır gösterdiğin ve hoş gördüğün için şimdiden teşekkür ederim.
Hüseyin
Bul : Öncelikle çok hoşuma
giden bir tespitinle başlamak istiyorum. ‘Her şeyi
görüp kolladığını, dengede tuttuğunu söyleyen zamanın sahibine içten içe yakarmaları
çoğalıyor.’ Zamanın sahibi güzel bir söylem, nedir, kimdir bu
zamanın sahibi?
Mustafa Orman:
Eduardo Galeano bir söyleşisinde, "Sözcüklerle resim yapıyorum,"
demişti. Sanırım ben de sözcüklerle toplumun fotoğrafını
çekiyorum. Fotoğraf karesine girmeyen bir sürü ayrıntı olabilir, ama fotoğrafa
giren keskin ve net ayrıntılar, toplumun gerçek olmayan yüzüyle birlikte gerçek yüzünü de
gösteriyor. Bu nedenle, deklanşöre basarken kimin nerede
durduğunu, nasıl hareketlerde bulunduğunu, ne yapmak istediğini kestirmekle
birlikte bir keskinliğin içinde yer almayan diğer
yüzünü de bir nesneyle, genel geçer birkaç bakışla yansıtmaya çalışıyorum. Birbirimizi
kurduğumuz cümleler toplamıyla tanıyoruz. Ve bu cümlelerin bir araya gelmesiyle
birbirimizi tartıyoruz. Zamanın sahibi de burada bir tartı görevindedir.
Herkesin zorlandığında, sıkıştığında başvurduğu bir tartı. Geleneksel olan,
olmayan ya da bir inanışın olduğu bütün toplumlarda kurulabilecek en makul
cümlelerden biridir. Bu toplumda da zamanın sahibi Allah olarak geçiyor. Çünkü
Allah, her daim bir sığınmayı, bir yakarmayı beraberinde getirir.
H.BUL:
Mahcup İnsanlar Geçti öyküsünde Rıza‘nın
bacaklarının kesik olduğunu, yarım insan olduğunu birkaç yerde belirtiyorsunuz,
acaba okuyucuya da bir hayalgücü, düşünme payı bırakılsaydı daha mı iyi olurdu?
M.Orman:
Bana öyle geliyor ki,
sabitlenmiş olan bir şeyi, başka bir biçimde ya da uzatarak
anlatmak meseleden uzaklaşma riskini de doğuruyor. Bu yüzden ruhsal durumu
daha iyi kazıyabilmek için
fiziksel eksikliği önceden
belirtmem gerekiyordu. Dediğiniz şekilde de olabilirdi elbette, ama esasında
konu yine tercih meselesine dönüşüyor. Okuyucunun hayalgücünü nerede
kullanacağına hiç bir zaman akıl erdiremeyiz, erdiremeyeceğiz de sanırım. Ki
masada oturup yazarken hiç bir zaman okuyucuyu işin içine
katmadım.
H.B:
Aynı öyküde geçmişiyle övünen, şimdiki zamanda
kendine duvarlar örerek
kendini hapseden Rıza nedense hiç kendini sorgulamıyor. Ve öyküye hâkim olan duygu, etme
bulma dünyasının
mantığı hâkim.
Şimdi fark ettim, Dağda yel sesi var öyküsünde de aynı
duygunun, alma başkasının
ahını çıkar aheste aheste, düşüncesi hâkim. Bizim dışımızda adil
bir güç mü var?
M.O:
Neticede eyleme dönüşmeyen çoğu
şey sakattır; adil güç diye tabir ettiğiniz şey gibi. Adil bir güç var mı, çok
emin değilim, ama insanların inandığı bir adalet duygusu var, eninde sonunda
konuşmaya başlayan, eyleme geçen bir güç. İnsanların birbiriyle olan
hesaplaşmalarını başka bir insan gelip tamamlayabilir.
Rıza’nın
çoğunlukla olmasa da bazı yerlerde kendini sorgulama kayışına bağladığını
görebiliriz.
‘BİREY İYİ OLDUĞU KADAR KÖTÜDÜR’
H.B:
Safiye’nin kocasının ayakkabılarını saklaması, içine toprak doldurarak çiçek ekmesi, çiçeklerin açması…
Nasıl bir umut, nasıl bir beklenti, nasıl bir metafor, içimizi yakmasının dışında.
M.O:
Umudun maskeli bir şey olduğunu, umutsuzluğun daha yalın ve çıplak olduğunu
düşünmüşümdür her zaman. Öfke, unutmamayı diri tutuyor, nefret de öyle. Safiye'ye dair sinemotografik
bir ortam oluştururken, aynı zamanda da kadının içindeki öfkeyi
de açığa çıkarmaya çalıştım.
Birey güçlü olduğu kadar zayıftır, iyi olduğu kadar kötüdür de. İçindeki
güzelliğin bir öfkeye bulaşmaması
dünyaya aykırı olurdu. Görüntülerin sadece renkleri yoktur. Aynı zamanda sesleri,
işaret ettikleri, hepsinin bir eylemi vardır. Görüntü de bir melodidir, eğilip görebilene...
H.B:
Rıza’nın kazada yarım kalmasını Safiye mezarda Allahına sitem ederek neden
kendisinin cezalandırıldığını düşünüyor? Oysa bacağı kesilen Rıza. Burada
kadının cğrafyadaki kaderiyle
alakası mı var?
M.O:
Öykülerdeki eksiklik duygusu her bir karakterde kendini göstermekte. Bu
eksiklik aynı zamanda da bir yakarmayı doğuruyor. Rıza'nın bütün yükü
Safiye'nin omuzlarında, her şeyi çekip çeviren, odur. Bu yüzden de asıl
cezalandırıldığı kişinin kendisi olduğunu düşünüyor. Sadece coğrafyaya
bağlamıyorum meseleyi, dünyanın herhangi bir yerinde de aynı durum yaşanabilir.
‘DOĞA KARŞISINDA GÜÇSÜZ BİR TEBAADAN BAŞKA NEYİZ Kİ?’
H.B:
"Dağda yel sesi var" öyküsünde, ‘ …ay
kendini atmış bir oyuğun içine, oradan
darlıyor dünyayı. Onun da bir yük taşıdığını biliyorum.’ Nedir
bu yük, bir sorumsuzluktan, taşlaşmış vicdanlardan mı yoksa bizim anlamadığımız
başka bir şeyden mi bahsediyorsun?
M.O:
Siz de az çok görmüşsünüzdür.
İnsan ve doğanın iç içe geçtiği bir doku var
bütün öykülerde Doğa karşısında
güçsüz bir tebaadan başka neyiz ki? Doğanın
konuşup insanı izlediği bir doku. Karakterin o anki duygu durumu böyle bir
şeyi de beraberinde getiriyor. Anlaşılma duygusundan uzak, ama kendine
anlamlar çıkarmaya çalışan karakterin ruh halidir.
‘KONUŞTUĞUMUZ SÖZCÜKLERLE HER ŞEYİ UNUTUYORUZ’
H.B:
Yine aynı öyküde, ‘Bir sabah uyandığımızda annem sokakta yerde
yatıyordu.’ Demişsin, yakın tarihimizde yaşanan insani kayıtsızlığımıza göndermede
bulunurken ( yanılabilirim ) unutmanın bize verilen en büyük cezanın olduğunu
ima ediyorsun. Oysa genel anlamda unutmanın, sorumsuzca davranmaya,
rahatlamaya, kurtulmaya ve hafiflemeye vesile olduğunu düşünüyorum.
M.O:
Yakın zamanda okuduğum, W.G.
Sebald'ın Hava Savaşı ve Edebiyat kitabında, İkinci Dünya
Savaşı'nda Alman şehirleri bombalanırken, birçok insanın bu felaketten dolayı aklını yitirdiğini, bir
toplumsal hafıza yaratamadığından bahseder. Biz bir hafızadan bahsederken gerçekten bir hafıza
yaratıyor muyuz, sorusunu sormak gerekir kendimize. Olan biten her şeyi
seyrettik. Cümle kurmaktan her şeyin içini boşalttık, sözcükleri anlamsız hale getirdik.
Konuştuğumuz sözcüklerle her şeyi unutuyoruz. Yapay bir unutma hastalığına
yakalanmışız her birimiz. Hatırlıyoruz, ama hatırladığımızla içimizde
kahırlanmıyoruz. Unutmadığımızı zannettiğimiz çoğu şeyi, istatiksel bilgilerle
hafızamızda normalleştiriyoruz, bunun normal olduğunu düşünmüyorum. Belleğimizi
bir şekilde silikleştiriyor bu istatiksel bilgiler. İktidarın ve
muktedirin reklamını yapmaktan öteye
gidemiyoruz çoğu zaman. Şu an bilmiyorum
ama bunun için yeni bir yol bulmak
gerek, yeni bir dil yaratmak gerek sanki. Ben de bu öyküde alzheimer hastalığı
üzerinden bir şey vermeye çalıştım.
Sebald’ın
bahsettiği yere bir kez daha dönmek istiyorum. Kürdistan’da insanların
felaketle baş etme yöntemleri çok farklı. Bunun üstesinden şöyle geliyorlar:
Unutmayarak. Bunun nedeni de şu bence: 40 yıldır devam eden, kendini devam
ettiren katliamlar, yıkımlar, baskılar, ötekileştirmeler. İnsanlar daha bir
felaketi unutmadan o felaket bir kez daha kendini tekrar ediyor. Felaketi
yaşıyor, bir de felakete uğradığını kanıtlamaya çalışıyor. Çünkü gerçekten bu
ülkede öyle bir mekanizma yürütülüyor ki, insanlar yakınlarının öldürüldüğüne
inandıramıyor kendini. Ölmüş, bir de öldüğünü kanıtlamaya çalışıyor.
H.B:
‘Hayır, sen sanırsın ki sadece Allah yolları kapatır.’
Diyorsun bir yerde, bölgede yaşayan bunu iliklerine kadar hisseder anlıyor da
daha çok Ankara’dan ötedeki okuyuculara
bir anımsatma mı ya da ne bileyim bir serzeniş mi?
M.O:
Ankara, İstanbul ya da diğer şehirlerde yaşayanlara bir serzenişim
yok. Hissedebilen -ne mutlu ki ona-hissediyordur iliklerine
kadar bence. Bir kesimi ikna ederken diğer yandan bir kesimi memnun etme çabam da yok. Bu
yüzden kimseye şikâyetim yok kendimden başka. Kürdistan'ı yazarken, sadece
en iyi neyi biliyorsam, neyi yaşadıysam onları sadece ve sadece yazmak
istiyorum. Bunun için
yürünen yolun hala uzun olduğunu düşünüyorum. Çalışıyorum. Buradaki meramıma
gelecek olursak, mekânın hafızasını çeşitli kodlarla, gürültü çıkarmadan vermek
istedim. Güzellikleri yok edenleri teşhir ediyorum sadece. Yine
"Radyonun pili bitince biz sanıyorduk ki savaş da bitiyordu," cümlesi
de buna benzer bir hafıza yaratıyor.
H.B:
Öykülerindeki ya da genel olarak sorayım; romanlarda, öykülerde
kullanılan isimlerin ( karakterlerin ) öyküyü başka bir yere
sürüklediğini, okuyucuyu şartlandırdığını, ipucu verdiğini düşünüyor musun?
M.O:
Bir ipucu verebiliyor mu, emin değilim.
H.B:
Bir öykünde yanlış saymadıysam 13- 15 defa
Allah geçiyor; öykünün dokusundan
mı kaynaklı?
M.O:
Evet, tam olarak dokusundan kaynaklı.
' HAYAT AKSAR AMA DEVAM EDER’
H.B:
İki öykünün de sonu tatsız bitiyor. Acıya,
kedere dayanmak mümkün olmadığından mı? Daha dirençli, direngen,
umutlu veya mücadeleye devam edip hayata kafa tutan bir kişilik, karakter
mümkün olamaz mıydı?
M.O:
Bir şeylerin bittiğini düşünmüyorum. Ayrıca tatsız biten bir şeyin hayatın
bitmesine engel olduğuna da, iyi biten bir şeyin de hayatı devam
ettirdiğine de inanmıyorum. Evet, hayat aksar ama devam eder. Bunun önüne geçemezseniz gün
biter, gece olur, çiçek açar, dal yeşerir, ağaç
büyür, su akar; insan doğar ve ölür..
H.B:
Acıyan, kanayan yerlerimizi kesip atmamızla hayatın acımasızlığı, derdi,
kederi, tasası bitecek sanıyoruz. Asıl o haliyle daha katmerli devam ediyor,
bir yanılsama mı yaşıyoruz, kesip atmaya karar verince?
M.O:
Çocukluktan ilk gençliğe kadar ki algılarımız birbirine benzemez, çocukluk dâhil
bütün yaşadıklarımıza ilk gençlikle birlikte anlam verme çabası içine gireriz.
Bireyler, hayattan intikam alma duygusuyla kendisine yöntemler belirler.
Herkesin birbirinden farklı yöntemleri vardır. Kimi müzik yaparak, kimi resim
yaparak, kimi çiçek ekerek… Sizin de anlattığınız şekliyle kimi de bir
yerlerini kesip kopararak bunun üstesinden gelmeye çalışıyor. Böyle bir şeye karar verdiği an, gerçekten o
anı hep merak ediyorum, dünyaya sağır mı, kör mü kalıyor, aklından neler
geçiyor merak ediyorum. Kesin bir cevap vermek mümkün değil, yanılsamayla mı,
bilinçle mi eyleme geçiyor emin değilim. Sadece belli tahminlerde
bulunabiliriz, başvurduğu yöntem gibi. Yine de hepsinin sonrası önemli, çünkü
sonrasında başka şeyler devreye giriyor. Dünyada kaldığı müddetçe bir şeylerden
kopması mümkün değil bir yerlerini koparmış olsa bile.
Zaman ayırdığın için tekrar
teşekkür ederim.
Rica
ederim, ben teşekkür ederim.
**** https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2019/09/19/mustafa-orman-yapay-bir-unutma-hastaligina-yakalanmisiz/
Yorumlar
Yorum Gönder