BİZİM BÜYÜK YALNIZLIĞIMIZ
Annem ne zaman büyük kentteki evimize
gelse “Bina bina üstüne, zina zina üstüne olacak, ölümler kolay doğumlar zor
olacak.” derdi. Kalabalığı ve yüksek binaları gördükçe içi kararır, bizim için
kaygılandığını “Buralar çok fena oğlum, dikkat edin kendinize, çocuklarınıza.”
diyerek çok kalmazdı büyük kentteki evimizde.
Yavuz Ekinci’nin yeni romanı “Peygamberin
endişesi de” annemin korktuğu, ürktüğü, kaygılandığı, endişelendiği böyle büyük
bir kentte geçiyor. Kendini peygamber sanan, evli ve bir kızı olan Mehdi,
çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalmayıp bir şeyler yapayım derken “kafayı
sıyırıyor.” İlk önce çocukları kendisini terk ediyor peşinden mahalledekiler
alay etmeye başlıyor. Yalnızlığı kronikleştikçe yer yer komik diyebileceğimiz
olayların içinde buluyor kendini. Çaresizce ve çoğunlukla korkakça kendini
anlatmaya, ispatlamaya çalıştığı mahallesinden gönülsüzce uzaklaşır. Roman,
Mehdi’nin buradan uzaklaşıp kendini araması, ispat etmeye ve inandırıcı olmaya
çalışmasıyla başlıyor.
“Felaket çağı” serisinin son halkası olan
Yavuz Ekinci’nin “Peygamberin endişesi” romanının dilsel zenginliği ve “masalsı
dili” diğer kitaplarına göre belki biraz daha geride kalmış dememiz romanı
eksiltmez. Birinci tekil ağızdan ilerleyen romanın iki ayağı var; bakmak ve
görmek. Modern çağ insanının pasif eylemlerinden Bakmak işine gelene yüzünü dönmek,
alıcılarını açma olarak formüle eden yazar bir durağanlığı ve kayıtsızlığı
gözümüze sokarken yanı başımızda olan felaket boyutundaki olayları nasıl da
görmediğimizi gösteriyor. Bunu roman boyunca devam eden bir ağrıyla, acıyla ve
başka bir argümanla; nasırla da deneyerek veriyor okuyucuya.

“Gümüş bir tepsi gibi
parlayan aya ve etrafında ışıldayan yıldızlara bakıp tıpkı çocukluğumda
yaptığım gibi yıldızlardan şekiller yaptım.” ( sf.91-92)
Yazı kışı belirsiz yıllar gelecek, anayı
babayı tanımayan kullar gelecek, annemin kendince felaket olarak adlandırdığı
dönemi bu sözlerle anlatması Yavuz Ekinci’nin bu romanındaki büyük kentlerdeki
yalnızlıklar, çaresiz yalnızlıklar ve özellikle kalabalık kentlerdeki
yalnızlıkların, yabancılaşmanın ve kayıtsızlığın çok daha hızlı arttığını
betimlemesini şu alıntıda özetlemek mümkün. “Kimse yerde kıvranan papatya
dövmeli kıza ne yardım etti, ne de baktı. Sağından solundan geçenler sanki
yerde kıvranan biri yokmuş gibi umursamadan yürüyüp gittiler.” (sf. 103)
Neyzen Tevfik, Cervantes, Hamlet ve
Cumartesi annelerini de anan yazar, sık sık Davut, Yusuf, İbrahim, Musa ve
Yunus’u da metine çağırmayı ihmal etmeyerek dinsel bir karakteri ete kemiğe
büründürmek için eski dinsel mesellerden yardım alarak okuyucuya hatırlatması,
yazar okuyucuyu göz ardı etmeden yazamaz mı sorusunu yeniden gündeme getiriyor.
Öte yandan, ülkemizdeki hukuksuzlukları, yağmayı, talanı, adaletsizlikleri ve
yanı başımızdaki ülkelerdeki savaşı, göçü edebiyata taşımak, kayıtsız kalmamak
geç de olsa bu coğrafyadaki yazarlara, aydınlara örnek olabilecek bir davranış
ve vicdani bir tutumdur.

İçten içe Peygamber olduğuna inanan,
gaipten sesler duyarak Muhammed’in saklandığı mağaradaymışçasına hareket eden,
gittiği yoldan gittiğini sanan, garip ve farklı işaretleri “seçilmiş kişi”
olduğuna yoran Mehdi, “Allahüekber” nidasından da ödü kopan, kaçacak delik
arayan biri ne yazık ki. Yazar burada Müslümanlığın nasıl kötü yorumlandığını,
“Allahüekber” diyerek insanları katleden, kafalarını kesenlerin kötü ve karanlık
düşüncelerine atıfta bulunuyor.
Romanda sık sık tekrarlanan bir de yedi
rakamı var, adeta bir ritüel gibi… “Köpekler etrafında yedi tur attı” ( sf.88)
“Yatağın etrafında
hızlı hızlı yedi tur döndüm.” ( Sf.100 )
“Yeğenim öldü. Üç ay
sonra yedi yaşına basacaktı” deyip ağlamaya devam etti.” ( sf.98)
“Yedi gün yedi gece
boyunca o ölümle savaşırken ben yatağının yanında durdum” ( sf.100)
Peygamber olduğunu
sanan birinin hikâyesinin anlatıldığı romanda, Allah’ın yerleri ve gökleri yedi
günde yaratılmasına atıfta bulunmasının alt okumasında altı günde yaratıp
yedinci günde dinlenmeye çekilmesinin hikmetlerine işaret ediyor.
Yavuz Ekinci’nin bu romanının kapağını da
eski kitaplarının kapağını yapan birçok yerde ödül almış Geray Gencer yapmış.
Siyah, yeşil ve turuncu renklerin kullanıldığı kitabı rafa koyduğunuzda sırt
yazısı aşağı bakıyor ne yazık ki.
Mirza Ali’ye adanan
kitap, bizim büyük yalnızlığımızı besleyen çaresizliğimizi akıcı bir dille
yazmış.
https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2018/11/01/felaket-caginin-endiseli-peygamberi/
Yorumlar
Yorum Gönder